İlginç zamanlar yaşıyoruz. Modern zamanlarda yetişmiş birçok insan, babalarımız, dedelerimiz için hayatın bir parçası olan bir sürü ufak tefek sorunu büyük sorunlar olarak algılıyor.
İlginç zamanlar yaşıyoruz. Modern zamanlarda yetişmiş birçok insan, babalarımız, dedelerimiz için hayatın bir parçası olan bir sürü ufak tefek sorunu büyük sorunlar olarak algılıyor. Mesela, yorgunluk şikâyetiyle doktora müracaat edip, kafasında bunu al ver ediyor. Biraz utangaç bir delikanlının adı bir süredir sosyal fobiyle anılıyor ya da bağ bahçe vs oyun alanlarında oynayamadığı için betondan lüks hapishanelere benzeyen evlerde büyüyen apartman çocukları hiperaktivite vs ile anılıyor. Bu durumlar, yavaş yavaş herkesin kabullenmeye başladığı ve modern yaşamın süratli olmak zorunda bırakılan, dünyayı, kainatı, doğayı duyumsayamayan, okuyamayan insanın içerisine düştüğü açmazlar olarak tartışılıyor. Duygusal gelişimi ile modern saatin hızı paralellik arz etmeyince ortaya daha evvel üfürükten günlük sorunlar olarak kabul edilen meseleler şimdi karşımızda gerçek sorunlar olarak çıkıyor. Teknolojik gelişmelerin kaynağı ihtiyaçlar değil, gerçek ihtiyaçlar değil. Önce ihtiyaçlar üretiliyor, ihtiyaçlar pazarlanıyor ve pazarlanan ihtiyaca uygun ürünler raflarda yerini alıyor. İnsanoğlunun duygusal, içsel ritmi ile sürekli bir şeylere yetişme çabasındaki modern saat arasındaki çatışma da modern psikolojik rahatsızlıkları doğuruyor. Çok önceleri okuduğum bir kitaptan, "doğuda pusula esastır, batıda ise saat" biçiminde bence özdeyiş kıymetindeki sözünü anımsıyorum. Bu özdeyiş müthiş bir gerçeği de işaret ediyor. Aslolan bir şeylere sürekli yetişmek zorunda kalmak değildir, aslolan yönümüzün doğru olmasıdır. bir şeylere yetişmek saati esas almaktır ve daha fazlası, daha fazlası....daha fazla şekilde insan ruhunda açlık ve tatminsizlik meydana getirir. Doğanın ve insan doğasının ritminde ve fakat doğru yönde olmalı tavrımız, tarzımız akışımız... Aslında bu sözden ve bakış açsından hareketle "Hipnoterapistin Pusulası" başlıklı eskiz bir makale çalışmam müsveddelerde ilgimi de bekliyor...
Modern zamanların bu baş döndürücü hız sirkülâsyonu içerisinde bizim kendimize özgü kültürel yaşama biçimimiz, hayatımızın akış temposu da batıdan sağanak halinde gelen ve alışamadan değişen teknolojiyle iyice arapsaçına dönüyor. İngilizler, Afrika' daki bir bölgenin elmas kaynaklarına göz dikmişler ve bölgedeki kabile reisini kandırmaya çalışıyorlar. Bu amaçla, sahilden taa içerlere kadar kilometrelerce yol yapmışlar, kabilenin yaşadığı ilkel köye kadar. Kabile reisinin önüne büyük bir gururla son model bir Mercedes koymuşlar. Reis, "nedir bu, ne işe yarar?" diye sorunca bizim kravatlı şapkalı elmas hırsızı anlatmaya başlamış ballandıra ballandıra: "Kıymetli şef, bu demirden bir attır. Akşama kadar yürüyerek ancak kat edebildiğin mesafeyi, bu demirden at ile bir saatte alırsın" vs... Kabilenin şefi şaşkınlık ve hayretle ve demirden atı da hiç önemsemeyerek adama bakmış ve " peki, akşama kadar gideceğim mesafeyi bir saatte kat edersem, geriye kalan zamanda ne yapacağım!" demiş. Bu hikayeye birçok açıdan bakılabilir elbette, son iki yüz yılın sosyolojik, psikolojik seyrinin temel noktalarını iyi özetliyor gibime geliyor. Burada Mercedes'e atlayıp, beş yüzyıllık gelişmeye ve yaşama biçimine bir günde ulaşan reis, akşama kadar yürüyerek gideceği mesafeyi bir saatte kat edince, geriye kalan on saatte ya bunalıma girecek, ya saldırganlaşacak, ya daha hızlısı için iştahı kabaracak ve daha iyisi için sadece topraklarını değil, ruhunu da beyaz şeytana satmaya başlayacak belki... Tabii, iştahı kabarık elmas tüccarı bu arada pazarladığı yeni ihtiyaçlar ve onların karşılığını da üreterek köleleştirmeye devam edecek, artık "reis" kapitalizmin "nesne"si durumundadır. Modern yaşamın insan doğasını zedeleyen ve onu bir hastaya dönüştüren süreci başlamıştır artık. kabile reisinin durumunu mu merak ediyorsunuz, şimdi onlar etrafımızda: Trafik canavarı, psikopat, depresif, davranış bozukluğu vs vs... Etrafımızda bir zamanlar fakir ama huzurlu ve gururlu olan, binlerce kabile reisi var...Doğaya ve insan doğasına müdahalenin anormalleştiği zamanlardan beri, insan kendi açgözlülüğünün "nesnesi" durumuna getirilmiş ve paket mutluluklar, paket üzüntüler, paket gerilimler vs lerle birlikte hastalıklar da önceden pazarlanıp, ardından da bir tablette mutlu olmanın çözümü pazarlanmaya başlanmıştır.
Bu noktada, Sartre'a üzülmeye başladım. Uzun bir zaman etkisi altında kaldığım Jean Paul Sartre...Yüzyılın başında, Bülent Bey'in aşağıda vurguladığı ve iradeye dikkatleri çekmiş ve İnsanın seçme özgürlüğünü vurgulamıştır. İnsan seçerek/tercih ederek ve onların sorumluluğunu taşıyarak var olur. Sartre uzun ve derin mesele tabii, ama vurgulamak istediğim, adamcağız varoluş felsefesini üzerine oturttuğu "seçme özgürlüğü" nün bugün dev kapitalist mideler tarafından pazarlama amaçlı kullanıldığını görse, büyük üzüntü ve suçluluk duyardı ve regresyon yöntemiyle müdahale etmemiz gerekirdi. Algıları dumura uğratılan modern insan sürekli tüketmeye çağırılıyor, sürekli tüketmeye endeksleniyor..Ucuz tv programlarından internetin tek tuşluk kolaylığına kadar, Ne kadar tüketirsen o kadar insansın, deniliyor. Seçebileceği yüzlerce binlerce ürün... Hayat binlerce raftaki, milyonlarca tüketim unsurundan oluşuyor hem mal hem hizmet anlamında...Daha fazla almak...daha çok seçebilmek için daha hızlı olmak, daha çok çalışmak, saatin peşinden koşturmak ve bu arada duygusal akordumuzun çoktan bozulduğunu fark edememek, sadece bedenden ibaretmişçesine sadece onu gözeterek yaşamak, ruhumuzu yirminci yüz yılın başındaki haliyle bırakarak, onu görmezden gelerek...en doğal ihtiyaçları bile yapamaz hale gelmek...Ey tüketen insan, sıkıntın mı var; Don't worry, be happy : dinlenmek için bir tablet, seks için bir tablet, iyi hissetmek için bir tablet...Ve sadece tüketmeye endeksli bir seçimler/tercihler dünyası...Derken seçme özgürlüğünün hassas sinir uçları duyarsızlaşıyor ve hissetmez duruma geliyor, ve seçim özgürlüğü de kapitalist tüketim çılgınlığının dümen suyuna sokuluyor. Her tarafımız kuşatılıyor ve özel/kişisel alanlarımız tek kişilik hücrelerden daha dar alana hapsediliyor.Sartre bunu kastetmemişti elbette... Seçim özgürlüğü, asli niteliğinden çarpıtılarak, seçeni yamyam gibi yiyen bir obur gibi işletiliyor.
Bilimsel ve meşru kabul edilen uyuşturucu kaçakçılığı endüstrisi, ilkel zamanlardaki akrabaları gibi tanrılığa hevesleniyor belli ki ve hastalarla yetinmiyor artık. İlaç endüstrisi denilen uyuşturucu tüccarları, gözlerini fal taşı gibi açmış, sağlıklı insana bakıyor.Daha çok kazanmak, daha çok tükettirmek adına sağlıklı insana gözlerini dikmiş durumda. Aşağıdaki yazılanları düşününce aklıma bunlar geldi, İRADE bağımsızdır elbette. Ama yukarıda ifade etmeye çalıştığım, algıları deforme edilmiş ve doğasından uzaklaştırılmış dayatılmış suni ihtiyaçlar için daha çok çalışmak zorunda kalan modern kölelerin iradesi her türlü saldırıya da manipüleye de açık elbette. Burada biraz durup düşünmek gerekiyor. Kendini sürekli diri tutan ve dönüşümünü insanlık adına hep gerçekleştiren insanlığın kalbi atıyor. terapistler, bu süreçte insanlığın vicdanı adına da bir sorumluluk üstleniyorlar belki de...İnsana unutturulmaya çalışılan "irade" yeteneğini canlandırmak ve herkesin kaderinin ipinin kendi elinde olduğunu fark ettirmek..Yüzyılın farkındalığı, insana bağımsızlığını hatırlatmak...Modern zamanların sahte tanrılarının tekerine çomak sokmak...